Zor zamanlardan geçiyoruz. Tek bir şeyi örnek göstermeye gerek yok. Eğer mızmızlanacak neden ararsak yüzlerce bulabiliriz. Ancak bunların haksız nedenler olduğunu söylemek doğru olmaz.
An itibariyle ülkeler birbirine füze gönderiyor. Evimizden çıkmamız yasak. Öldürücü olduğu söylenen ve yüzbinlerce insanın ölümüne neden olmuş bir virüs var. Ülkemizin ekonomisi iyi değil, beş sene sonra nerede olacağımızı kestiremiyoruz.
Bu durumların ışığında gerçekten yataktan kalkarak gülümsemek ve hayatı doyasıya yaşamak çok güç. Ancak, güç olması bizi engelleyemez. Marcus Aurelius şöyle diyor:
“Sabahları kalkmayı canın istemedikce sunu hatırla: "İnsanlık görevi için kalkıyorum." Eğer bunun için doğduysam, bunun için dünyaya gönderildiysem neden huysuzlanıyorum? Çarşaflara örtülere sarılıp kendimi ısıtayım diye mi yaratıldım? "Fakat bu daha keyifli". Öyleyse keyif çatmak için mi dünyaya geldin, eyleme geçmek, çaba harcamak için değil mi yani? Bitkilerin, küçücük kuşların, karıncaların, örümceklerin, arıların üstlerine düşen her şeyi yaptıklarını, ellerinde geldiğinde dünyanın düzenin katkıda bulunduklarını görmüyor musun? Ve sen insanların görevlerini yerine getirmesini istemiyorsun öyle mi? kendi doğanın sana buyurduklarını yapmakta acele etmeyeceksin öyle mi? “ Fakat dinlenmem gerek". Tabii ki, benim de dinlenmem gerek. Yine de doğa yemek, içmek gibi bunun da ölçülerini ve sınırlarını belirlemiştir, oysa sen yararlı dinlenme ölçüsünü aşıyorsun. Fakat eyleme gelince gereğinden azını yapıyorsun, hatta payına düşen ölçünün altında kalıyorsun.”
Biz ayrımcı zihnimizin gücünü, hayatın gerçekliğini bölmek için kullanıyoruz. Sürekli mutlu olmak, sürekli her şeyin doğru gitmesini istiyoruz. Bu bir hayal bile değil, gerçekleşmesi hiçbir zaman mümkün olmayan bir şey. Bunun nedeni sıkıntı yaşamanın ve mutlu olmanın birbirinden ayrılmayacak iki kavram olmasıdır.
Marcus Aurelius’un “Kendime Düşünceler” eserini cephede yazmaya başladığını biliyoruz. Belli ki kendisi de bu şartlar altında o durumda olmamayı istemiş ara sıra, zira bu sözler kendine yazdığı şeyler. İçinde bulunduğumuz durum ne kadar nahoş olsa bile, cephede bulunmaktan daha keyifsiz olduğunu düşünmek çok doğru olmaz.
Kendisi yine şunu söylemiştir: “Gerçekleşen her şeye ya direnebilirsin, ya da direnemezsin. Eğer direnebiliyorsan, diren. Şikayet etme.”
Yine kendisine hatırlattığı bir şey. İçinde bulunduğu tatsız durumu gördüğünde o da şikayet ediyordu. Her insan böyle. Ancak bunu fark ettiği an kendisine şunu hatırlatıyor: “Buna direnebilirsin.” O halde diren. Şikayet etmek bir şeyi çözmeyeceği gibi bizim kendimizi negatif beslememize de katkıda bulunur.
Halbuki, kendimizi besleyeceksek eğer, Marcus Aurelius gibi besleyelim: “Her şeyin, var olanların ve olacakların ne çabuk yitip gittiğini sık sık düşün. Madde sürekli akan bir nehir gibidir, şeylerin eylemleri sürekli değişir, nedenleri sonsuz çeşitliktedir ve neredeyse hemen elinin altındaki şey de dahil olmak üzere hiçbir şey durağan değildir. Geçmiş ve geleceğin her şeyi yutan sonsuz boşluğunu, dibi görünmez uçurumunu düşün. Bunlar karşısında böbürlenen, yakınan, feryat eden, kendini boş yere perişan eden bir ahmak değil midir? Sanki dertlerimiz çok büyükmüş ve çok uzun sürecekmiş gibi.”
Yaşadığımız bu zorlu zamanlar da, aynı güzel zamanların geçtiği gibi, geçecek. Ancak hiçbir şey durağan kalmayacak. Sağlığımız, huzurumuz, mutluluğumuz, neşemiz de öyle. Artacak, azalacak. Esas yapmamız gereken şey bunu kabullenmektir. Ancak bu kabullenmek, karamsar bir şekilde o bozulmaları bekleyerek geçmez. Aksine bu bilgi, kendimizi o kaçınılmazlığa hazırlamak için bir fırsattır. Kendimizi o iniş çıkışlardan en az şekilde etkilenecek şekilde geliştirebiliriz.
Stoacılığın da aslında amacı budur. Başımıza gelen her şey doğadan geldiği için, bunlar kötü ya da bizim için zararlı olamaz. Bu ayrımcı zihnimizle kabullenmeyi reddederiz, ancak bir arı çıkıp da ben çiçek döllemeyeceğim artık demez. Biz sahip olduğumuz özgürlüğü, doğamıza aykırı gitmek için kullanmaya çalıştığımız sürece adaptasyon sorunu yaşamaya devam edeceğiz.