Kendimize göre dizayn ettiğimiz ya da hali hazırda dizayn edilmiş bir güzellik algısına sahibiz. Bunun içinde olanları güzel, iyi; dışında kalanlarıysa çirkin diye isimlendiriyoruz.
Ancak Stoacılığa göre, her şey doğadan geldiği ve ilahi bir kudretin etkisini taşıdığı için, her şey o doğanın bütünlüğünü, eksiksizliğini ve güzelliğini taşır. Marcus Aurelius şöyle der: “Her şeyin kendine özgü bir güzelliği, bizzat kendisinden gelen ve eksiksiz bir güzelliği vardır; övgü bu güzelliğin bir parçası değildir. Övgü, övülen şeyi ne daha kötü, ne de muhteşem yapar. Zümrüt çirkinleşir mi övgüler düzülmezse? Ya altın, fildişi, mor renk, lir, çiçekler, çalılar?”
Sosyal bir varlık olduğumuz için, o sosyal çevre içerisinde kabul görmek isteriz. Bunun için de belirli normlara ayak uydurmak zorunda kalabiliriz. Örneğin Seneca, bu konuda Sinik Diyojen gibi aykırı bir görünüm yerine, etkili yardım edebilmek için onlara benzemek gerektiğini söylemiştir.
Bu gerçeklerin ışığında, aşırıya kaçmadan belirli standartlar izlemek Stoacılığa uygun gözükebilir. Ancak yine de sade bir görünüm hedeflemek gerekir. Dışarıdan gelecek övgülere ve yergilere gereğinden fazla önem verirsek eğer, elimizde olmayan bir şeyin beklentisi içine girdiğimiz için, Epiktetos’a göre bizi mutlak bir sıkıntıya ulaşacaktır.
İnsanların fikirleri, kendi doğruları ve inançlarıyla şekillendiği için, bizim kontrolümüz dışındadır. Bu düşünceleri arzulamak ve onlara gereğinden fazla önem vermek, beklenti içine girmemize neden olur. Elimizde olmayan şeylerle ilgili beklentiye girmeden yaşarsak daha az sıkıntı yaşarız.